
Biz sizi yakından tanıyoruz ancak bilmeyen okurlarımız için kendinizi kısaca anlatır mısınız?
İzmir’de doğdum. İlkokulu Söke’de okudum. İzmir Amerikan Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra şimdiki eşim Nazım Tuntaş’la evlendim. Sezen ve Murat isimlerinde iki çocuğum var. I995 yılında ‘İçimdeki Yalnızlık’ adlı kitabımla edebiyat dünyasına atıldım. İki öykü kitabım ve beş romanım basıldı.
Yazmak hayatınızda büyük bir yer tutuyor sanırım. Bu konuda neler söylersiniz?
Evet, günümün büyük kısmını yazmak ve okumak alıyor. Bu bir gönül işi. Sevmeden yapılması olanaksız. Yalnızlık gerektiren bir uğraş.
Yepyeni ve sarsıcı bir romanla edebiyat dünyasına tekrar ‘merhaba’ dediniz. Yeni kitabınızdan bahseder misiniz?
Yeni kitabım, küçük bir kasabadan büyük bir kente uzanan ve 1980 kuşağını ele alan bir roman. Travmalarla geçen çocukluk yıllarının izlerini ömür boyu taşıyan iki kardeşin, 78 kuşağına ve devrimciliğe özenen ama sonradan küreselliğin çarkına kapılıp bunun tam tersi hayatlar yaşayan gençlerin ve aynı zamanda büyük bir aşkın romanı…
Yeni kitabınız nasıl bir yaratım ve hazırlık sürecinden geçti? Bir kitabınızı yaklaşık ne kadar sürede hazırlıyorsunuz, ne gibi aşamalardan geçiyorsunuz?
Bu kitap bütünüyle kurgu. Belli bir hazırlık sürecinden geçmeden, içimden geldiği gibi yazdığım bir roman oldu. Son zamanlarda kitaplarım genellikle iki yılda bir çıkıyordu ama bu, üç yılımı aldı. Her kitabın yazılış süresi değişiyor.
Genellikle kitaplarınızı uzun aralıklarla yazıyorsunuz. Ancak “Zirvede” isimli yeni kitabınız ile en son yayınlanan kitabınız arasından çok zaman geçmedi. Bu çalışma nasıl doğdu?
Zirvede, fazla zorlanmadan yazdığım bir kitap oldu. Gözlerimden rahatsızlandığım, değil kitap okumak ve yazmak evin aydınlık odalarına bile giremediğim, boşluktan ne yapacağımı bilemediğim bir ara kitabın kurgusunu kurdum. Tek gözüm bantlı olduğundan bir deftere kısa kısa notlar alıyordum. Gözlerim iyileşir iyileşmez bilgisayarın başına oturdum ve yazmaya başladım.
Yazmak için özel bir zamana veya mekâna ihtiyaç duydunuz mu?
Hayır. Ben hemen her ortamda okuyabilir ve yazabilirim.
Yaşadıklarınızın ve gözlemlerinizin yeni kitabınızı yaratma sürecinde ne gibi etkisi oldu?
Kitabın bir bölümü taşrada bir bölümü de kayak merkezinde geçiyor. Ben de uzun yıllar kasabada yaşadığımdan, taşranın ve insanlarının dokusunu iyi bilirim. Bununla birlikte kayak da en sevdiğim spor olduğu için ve her yıl kayak yapmaya gittiğimden için oradaki gözlemlerimin de bana çok yararı dokundu diyebilirim.
Kitabınızla ilgili nasıl geri dönüşler bekliyorsunuz?
Bunu hiç bilemiyorum ama sonucun iyi olmasını umuyorum.
Size ilham veren ne oldu?
Kayak yaparken duyumsadığım o özgürlük duygusu, anlatması zor olan o coşku… Bir yandan çam ağaçlarının arasından girip çıkan güneş ışıklarının, yerde minicik pırlantalar gibi parıldayan kar tanelerinin eşsiz görüntülerini izlerken bir yandan da kayakların gıcırtısından başka sesin duyulmadığı yerlerde, ansızın kulağa gelen kuş cıvıltılarını işitmek… Doğanın bu güzel sunumlarının dışında onun kaprislerine de boyun eğmek… Bir anda sis bastırır, göz gözü görmez; insan, bazen nerede olduğunu bile şaşırır, aniden kar yağmaya başlar, sırılsıklam ıslanır, hava buz gibi olur, dondurur ama yine de bırakıp gidemez.
Kitabınızda büyük bir aşka yer veriyorsunuz? Sizin aşka bakışınız nasıl?
Kitabın başkarakteri Zeynep’in diliyle özetleyeyim: Aşk sözcüğü çoktan anlamını yitirmişti onun için; ilkokul bebelerinin diline düşmüş, çarçabuk tüketilen bir nesneye dönüşmüştü. Marketlerden alınıp içi boşaldıktan sonra çöpe atılan herhangi bir paketten ne farkı kalmıştı? Kişinin hem kendini hem de karşısındakini kandırdığı bir oyun olmuş, sanal âlemin içinde çürümüş, basit bir cinselliğe indirgenmişti. İnsanların kendilerini kanıtlamalarıydı; erkeğin erkekliğini, kadının kadınlığını… Her seferinde bir başkası kullanılırdı üstün olmanın tadına varabilmek uğruna. O “başkaları” aslında birer denekti verdikleri tepkilerle. Çekiciliğin, etkileyiciliğin dereceleri onların üzerinden gözlemlenir, eksiklikler o gözlemlere dayanarak tamamlamaya çalışılırdı. Benim de günümüz aşkına bakışım aşağı yukarı böyle…
Sizce kendimizi gerçekten tanıyor muyuz? Yoksa kendimizi tanımadığımız için mi ilişkilerimizde hüsrana uğruyoruz?
Bence, kendimizi yeterince tanımadığımız ve karşımızdaki insana sahip olmadığı değerleri yüklediğimiz için…
Geçmiş zaman aşkları ile şimdikiler arasında fark görüyor musunuz? Eğer bir değişim söz konusuysa bu değişikliğin sebebi nedir?
Yine romandaki Zeynep’in ağzından konuşayım: Yüzyıl önceki sevgilerdi gerçek olan; kadınla erkeğin birbirine ulaşamadığı, göz göze gelmenin bile yettiği, iki üç sözcüğün destanlara bedel olduğu, bir dokunuşun cayır cayır yaktığı. İşte buydu aşk, gerisi yalandı. Bu değişimin nedenini ulaşılabilirlikte aramalıyız. Cep telefonu ve internet özel yaşam diye bir şey bırakmıyor ki… Yani gizem yok. Aşk, gizem ister.
Aşkı yaşamak mı zor, yoksa yazmak mı?
Bence ikisi de…
Sizce bir ilişkiyi ayakta tutan şey nedir? Saygı mı, sevgi mi, sadakat mi?
Hepsi birden.
Yazı yazmak dışında neler yaparsanız? Bir gününüz nasıl geçer?
Sabahları evde oyalanmadan dışarı çıkarım. Genellikle gazetemi bir kafede okurum. Yaşamımda çok değer verdiğim ve yazmaktan geri kalan zamanımı harcadığım kişiler var: Eşim ve çocuklarım…
Okumaya da çok vakit ayırıyorum. Evde olduğum sürece sürekli bir haber kanalı açıktır ve kulağım orada olur. Her akşamüzeri pilates yaparım. Akşamları pek dışarı çıkmayız. Gündüzleri fırsat buldukça, geceleri de mutlaka saat on birden bire kadar çalışırım.
Hayattaki olmazsa olmazlarınız neler?
Ailem, yakın arkadaşlarım, sporum, televizyon haberleri, ev düzenim, giyim tarzım, kitap okumak ve yazmak…
Yeni yıla dair yeni planlarınız neler?
Şimdilik yok ama beynimde yeni bir romanın tohumları yeşerirse, onu yazmaya başlamak, bir kayak merkezi de olmak üzere iki üç seyahat…
2016’dan neler bekliyorsunuz?
Mutluluk, sağlık, huzur ve en önemlisi de ülkemin gündeminin durulması, sabah kalktığımda televizyonu korkuyla açmamak…