BEĞENİLEN NETFLİX FİLMİ ‘THE IRISHMAN’İN İNCELEMESİ

The Irishman, yüzeyde bir mafya hikâyesi üzerinden, düzenbazlığın ve sahtekarlığın kolkola yürüdüğü bir sistemin nasıl meşru ve yasal yollarla sürdürülebileceğini gösterirken, yüzeyin altında derin katmanlar hâlinde savaş, sınıf bilinci, aile, hukuk sistemi ve sosyal statülere dair vurucu bir anlatı sunuyor.

Amerikan sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese ve onun büyük bir defteri küçük bir aralıkla kapattığı son filmi, The Irishman… işte sonunda karşımızda. Bu öyle bir buluşma ki, yalnızca filmin yapım öncesi sürecinin uzamasından değil, bu film gibi bir filmin bir daha sinema tarihinin herhangi bir döneminde yapılamayacağını bildiğimizden belki biraz mesafeyle belki sabırsızlıkla bekledik. Hikâyesi, Charles Brandt’in 2004’te yayımlanan ve sendika lideri Jimmy Hoffa’nın birtakım karanlık senaryolar eşliğinde aniden kayboluşuna odaklanan I Heard You Paint Houses kitabındaki gerçek olaylara dayanan The Irishman, odağında Frank “The Irishman” Sheeran (Robert DeNiro) karakterini barındırıyor. II. Dünya Savaşı sonrası yurda dönen Frank, bir mezbahanın etlerini taşıdığı kamyonuyla illegal birkaç işe elini atınca olaylar gelişiyor ve önce bir takım kirli işlerin yürütücülüğünü üstlenen Russel Bufalino (Joe Pesci) ile, sonrasında işçi sendikası yöneticiliği üzerinden yüksek meblağlı paraları “yöneten” Jimmy Hoffa (Al Pacino) ile tanışıyor. Kamyon şoförlüğünden hızlı bir çıkışla tetikçiliğe ve sendika memurluğuna geçen Frank, zaman içinde Russel Bufalino’nun vazgeçilmez ruh ikizi, Jimmy Hoffa’nın candostu konumuna geçiyor. Her ne kadar karakter konumunda değişikliğe uğrasa da savaşta üzerine yapışan şiddet, kan, silah, ölüm ve otoriteye karşı umarsız itaat peşini bırakmıyor. Zaten o da bunların hiçbirinden kurtulmaya çalışmıyor.

The Irishman, yüzeyde bir mafya hikâyesi üzerinden, düzenbazlığın ve sahtekârlığın kolkola yürüdüğü bir sistemin nasıl meşru ve yasal yollarla sürdürülebileceğini, yasaya takıldığı zaman da bunun o kadar da mühim bir değişiklik yaratmadığını gösterirken, yüzeyin altında derin katmanlar hâlinde savaş, sınıf bilinci, aile, hukuk sistemi ve sosyal statülere dair vurucu bir anlatı sunuyor. Kamyon şoförlüğünden başlayarak, mafya desteğiyle sendikalar arası üst düzey bir görevli olarak çalışan Frank Sheeran’ın şiddet eğiliminin ve tıpkı bir ev boyar gibi umarsızca insan öldürebilme yetisinin ardında II. Dünya Savaşı’nda edindiği şiddet pratiği yatıyor. Böylece, hukuk sisteminin suç olarak belirlediği davranışların motivasyonun yine aynı hukuk sistemine sahip olan ülkenin savaş politikasından kaynaklanması, yani kendi ürettiği travmanın sonucunu suç olarak tanımlayıp hesabını yine vatandaşına kesmeyi şiar edinen politika, Scorsese için bir güldürü unsuru hâline geliyor. Bu güldürü elbette karanlık unsurlar barındırıyor zira bir komedinin en temelinde yatan “mutlu son” karakterlerin hemen hiçbiri için geçerli olmamakla birlikte, neredeyse ölüm, şiddet ve mücadele olmadan tek bir günün geçmediği uzun yıllara tanık olurken, güldürü unsurları hayatta kalmanın bir koşuluna dönüşüyor.

The Irishman: Duydum ki Ev Boyuyormuşsun

II. Dünya Savaşı sonrası dönemden günümüze kadar uzanan bir sürece yayılan anlatıda karakterlerin gittikçe yaşlanması ama neredeyse hiç dönüşmemesine tanık oluyoruz. Filmin en büyük meselelerinden birisi de, zamanın geçmesi, umarsızca akması, bu sırada olan biten tüm olayların, J.F. Kennedy süikastinden Jimmy Hoffa’nın kayboluşuna kadar hemen her şeyin bir şekilde tarihin şeffaf sayfalarına karalanıp bırakılması aslında. Bir noktada birbiriyle çelişen, çatışan ya da karşıt olarak konumlanan durumlarda dahi, meselenin nasıl çözüleceği, temizleneceği ya da filmin terminolojisiyle belirtelim, evin nasıl boyanacağı en başından beri belli. Filmin anlatımına ve sinematografisine de yansıyan bu planlı ve “sıkıcı” yapı, hikâyenin temelinde yatan esas meseleyi vurguluyor: Her şey eskiyor ve yaşlanıyor ama arızalar, bozukluklar, lekeler hep aynı yerde duruyor.

İtalyan Amerikalı bir komünitenin etrafında konuşlanan hikâyenin ana karakteri, bu komünitenin dışından, bir İrlanda kökenli Amerikalı ve hatta İrlandalı olmasıyla filme ismini vererek yabancılığının altını çizen bir karakter. Filmin açılışından sonuna dek tüm anlatısını bu karakter üzerinden takip etmekle birlikte, tıpkı onun daldığı gibi, izleyici de kendisini ansızın bir mafyanın ortasında buluyor. Yer yer Frank’in küçük masum kızı Peggy (Anna Paquin) sayesinde Frank’in şiddet dolu tavırlarının özdeşleşilecek bir yanı olmadığını anlamak için Frank’ten uzaklaşıp Peggy’ye sığınabiliyoruz. Ancak maalesef filmdeki her kadın karakter gibi, Peggy’nin de bu önemli rolü birkaç vurucu sahneyle kısıtlanıyor.

Scorsese gibi bir yönetmenin ustalıkla yaptığı şeylerden biri de, doğrudan değil ama dolaylı bir anlatımla kolaylıkla anlaşılamayacak ya da özdeşleşmesi zor bir karakterin motivasyonunu son derece tutarlı bir çizgide yakalayabilmesi. Taksi Şoförü – Taxi Driver, Kızgın Boğa – Raging Bull, Sıkı Dostlar – Goodfellas, Arka Sokaklar – Mean Streets ve daha birçok örneğinde de olduğu gibi şimdi de The Irishman’de gördüğümüz karmaşık ve suça ya da şiddete yatkın karakterlerin nereden beslendiğini yargıdan ve güzellemeden bağımsız, sinematik bir unsur hâline getirebilmesi, Scorsese’nin ustalıkla yaptığı şeylerden yalnızca biri. Yönetmenin siyahlardan ve kadınlardan uzak İtalyan Amerikalı sineması artık günümüz sinema tartışmalarında eksik ve sorunlu olarak değerlendirilebilecek olsa da bu dünyadan bir Martin Scorsese’nin geçiyor olmasına şahit olduğumuz için kendimizi hâlâ şanslı sayabiliriz.

Ev mi Sinema Salonu mu?

Filmin sinemanın gidişatına dair en büyük tartışma alanlarından birine adeta yumruk indirdiği bugünlerde, The Irishman’i sinema salonunda deneyimlemiş biri olarak tartışmanın klasik sinema tartışmlarından sıyrılmasının faydalı olabileceğini düşünüyorum. The Irishman, Netflix yapımı olarak anıldığı ilk günden beri vizyon gösterimine dair bir tartışma başlatmıştı. Netflix’in yapımını üstlendiği filmlerin vizyon süreçlerine dair politikasının, filmlerin mümkünse salona hiç girmemesi olduğunu varsayarsak ya da bunu bir gerçek olarak kabul edersek, Martin Scorsese’nin bu politikayı bilmeden yola çıkmış olma ihtimali bir yanılgı olacaktır.

Geçtiğimiz yıl Alfonso Cuarón’un Roma ile yaşadığı kriz sonrası Netflix yapımı olan filminin bir salon filmi olduğunu belirtmesi nasıl bir çelişkiyse (Cuarón’a salon konusunda kesinlikle katılmakla birlikte filmini neden Netflix’le yaptığını anlamadığım için) Scorsese’nin de The Irishman’i Netflix’le çektiği için çok mutlu olması, zira bu uzunlukla bir filmi başka türlü çekemeyeceğini belirtmesi o kadar tutarlı bir açıklama. Yalnızca süresi değil, yoğun anlatısı ve odaklanması güç yapısı, belki biraz daha küçük ekranda daha doğal durabilecek olan gençleştirme ve diğer görsel efektleriyle The Irishman’in bir Netflix filmi olmaması için bir neden yok. Her ne kadar filmin açılış sekansının ve finaline doğru yükselen heyecan verici anlatımının sinema salonu hakettiğini söylemek mümkün olsa da, filmi evlerinde izleyecek olanlar için büyük bir kayıp olmadığını, hatta belki filmin genel yapısının böylesi bir deneyime çok daha yatkın olduğu düşünülebilir.

Kaynak: www.filmloverss.com / ESEN TAN


Bir Cevap Yazın