Temsilcisi olduğu eklektik kelt müziğiyle tüm dünyada tanınan Loreena McKennitt, çıktığı dünya turnesi kapsamında ülkemizde üç konser verecek. 29 Haziran’da İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda hayranlarıyla buluşacak olan ünlü sanatçıyla bu konser öncesi bir araya geldik ve keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Eklektik Kelt müziğini deyim yerindeyse dünyaya tanıttınız. Bize serüveninizden kısaca bahseder misiniz? Bu müziğe sevginiz nereden geliyor?
Kelt müziğini ilk kez, 1970’li yılların sonuna doğru Manitoba’da, folk müzik çalan bir mekanda dinlemiştim. Müzik beni duyar duymaz çok etkiledi ve ilk anda “Ben de muhakkak bu melodilerle iç içe olmalıyım” diye düşündüm.
Müzik her zaman hayatınızın içinde miydi?
Müzikle iç içe olan bir ailede büyümedim. Yani müziği seviyorlardı elbette ama, öyle kilise korolarında söyleyen, kamp ateşi etrafında çalan, söyleyen bir ailem yoktu. Ama içinde büyüdüğüm ortam çok müzikaldi. Okullarda ve çeşitli etkinli lerde müzik hep hayatımdaydı. Çocukken veteriner olmak istiyordum. Ama ilerleyen zamanlarda çeşitli etkinliklerde insanların önünde şarkı söylemeye başladıkça kendiliğinden yolumu buldum.
“Müzikli seyahat yazarı” olarak anılıyorsunuz. Bu tanım size ne ifade ediyor, insanlar size neden böyle demeyi tercih ediyor?
Yaptığım bütün seyahatler benim için bir araştırma demek… Bu geziler sırasında farklı ezgiler, yöresel melodiler, etnik çalgılarla karşılaşıyorum. Ve öğrendiğim her yeni şey benim müziğime, şarkılarıma, şarkı sözlerime yansıyor. Bir yönüyle dinleyicilerimi de şarkılar vasıtasıyla bu seyahatlerime ortak ediyorum.
Farklı kıtalarda en çok satanlar arasında girmeyi başarmış bir sanatçısınız. Farklı dillere ve kültürlere sahip insanlar müziğinizi neden bu kadar seviyor?
Bunu açıklamak benim için çok kolay değil, çünkü birçok bileşeni var. Kelt müziğinin insanları etkisi altına alan bir yanı var. Beni de ilk anda cezbetmişti. İkinci olarak düzenlemeleri çok geleneksel bir yaklaşımla yapmıyorum. Klasik enstrümanların yanı sıra elektro-gitar, vurmalılar gibi modern enstrümanlar da kullanıyorum. Seyahatlerim sırasında aldığım etnik enstrümanları da kullanıyorum. Üçüncü olarak da sesimde duygusal bir şeffaflık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden dinleyiciler samimi ve dokunaklı buluyorlar sanırım.
Önümüzdeki günlerde 3 konserlik bir Türkiye turnesine çıkacaksınız. Daha önce Türkiye’ye gelmiş miydiniz? Türkiye ve Türk dinleyicileri için neler söylersiniz?
Türkiye ve ülkenin güzel insanlarıyla ilgili söylenecek çok şey var. Türkiye’ye zaman zaman seyahatlerim oluyor. Misafirperver karşılamalarınız, içtenliğiniz, alçak gönüllülüğünüz beni çok mutlu ediyor. Tarih ve kültür zenginliğinizden söz etmiyorum bile… Büyüleniyorum. Coğrafya olarak muazzam bir çeşitliliğe sahip, ülkenin her bölgesi başka güzel… Türklerin hayatında müziğin ağırlığını, kapladığı yeri hissedi – yorsunuz. Bunu her millet, her kültür için söylemek zor… Türk insanında çok derin ve kendiliğinden gelen bir müzik algısı var. Müziğime karşı gösterdikleri ilgi ve sevgi de beni çok mutlu ediyor. İnsanın emeğinin böyle karşılık bulması çok güzel bir his. Birlikte yine çok güzel 3 akşam yaşayacağımıza inanıyorum.
Kariyerinizde 30 yılı aşkın bir zamanı geride bıraktınız. Müzik sizin için ne ifade ediyor, bundan sonra sizi hangi çalışmalar içinde göreceğiz
Müziğin bir insanın duygu durumu üzerindeki etkisi beni gerçekten büyülüyor.Bunu işitsel bir terapi olarak açıklıyorum ben. Birçok insan da özellikle belli tür müziklerin yatıştırıcı, sakinleştirici etkisi üzerinde hemfikirdir. Ancak kariyerimi bir süre askıya alma düşüncem var. Bir süre performanslara ara vereceğiz. Hayattaki önceliklerim ailem ve yaşadığımız toplum olacak. İklim değişikliğinin vardığı boyutları göz önüne alacak olursak bunu bir ölçüde düzeltmek ya da yavaşlatmak için çok az zamanımız var. Dolayısıyla enerjimi ve sahip olduklarımı bu doğrultuda değerlendirmeyi düşünüyorum.
Müziklerinizin yaratım süreci nasıl oluyor? Nelerden besleniyor ve ilham alıyorsunuz?
Doğa en büyük esin kaynağım ve onun bize öğretebileceği her şeyi özümsemeye, her şeyden ders almaya çalışıyorum. Türler arası bir bütünlük ve uyum içinde yaşa – maya çabalıyorum, mümkün olduğunca daha az zarar vererek… Şarkı yazarken ya da beste yaparken genel geçer bir kural yok… Önce müzik de gelebilir, sözler de… Bazen aklıma sözler üşüşüyor, hemen bir deftere not alıyorum, sonra zaman içinde onlarla oynuyorum, geliştiriyorum. Bazen de ufak melodiler geliyor, kendiliğinden. Bir rahatlama anında ya da trende seyahat ederken, araba ya da bisiklet sürerken… Doğaya yaklaştıkça yaratıcılığınız artıyor.
Bize son albümünüz Lost Souls’tan bahseder misiniz?
Aslında albümün hikâyesi ve oluşum süreci epey eskiye dayanıyor. “Ages Past, Ages Hence”, “Hundred Wishes”, “Spanish Guitars”, “The Ballad of the Fox Hunter” gibi şarkılarımı yazdığımda “Hmm… bunlar biraz kayıp ruhlar gibi oldu” dediğimi anımsıyorum.
“Lost Souls” isimli şarkımı ise antropolog Ronald Wright’ın “A Short History of Progress” (İlerlemenin Kısa Tarihi) isimli kitabından esinlendim. Uzun zaman önce kaleme alınmış o kitapta Wright şundan söz ediyordu. Sanayi Devrimi’nden önce insanlar etik ve ahlaki değerleri teknolojik ilerlemeden daha çok önemserken, Sanayi Devrimi’nden sonra teknoloji, etik ve ahlaki değerlerin önüne geçti. Bunlar benim de fazlasıyla kafa yorduğum konular. Az önce de bahsettiğim gibi bu şarkıların çoğunu uzun yıllar önce yazdım. Ve şimdiye kadar yaptığım albümlerde onlara uygun bir yer bulamamıştım. Buradaki çoğu şarkının Kelt müziğiyle doğrudan bir bağı yok. Albümü hazırlarken beklenmedik bir şekilde karşıma çıkan ama kendine uygun bir yer bulan şarkılar… Bu albümü farklı kılan özelliklerden biri de şu; şarkıları seslendirmemin yanı sıra bu albümümde piyano, klavye, akordeon ve arp da çaldım.
Arkeoloji ve antik dönemin büyük tutkularınızdan olduğunu biliyoruz. Bu tutkunuzun halk çalgılarıyla yaptığınız, eski çağların tınılarının yer aldığı ve Kelt kültürünün izlerini taşıyan müziğinizi etkilediğini düşünüyor musunuz?
Arkeolojik kazı alanlarına gitmek ve oradaki havayı solumak beni çok etkiliyor. Hatta Türkiye’de Ankara, Konya, Safranbolu ve Kapadokya’ya ziyaretlerim olmuştu.
Oradaki ovalar, çayırlar bana büyüdüğüm Manitoba’yı anımsatmıştı. Özellikle Ankara’da Kelt dönemine ait tarihi eserlerin sergilendiği müze çok çarpıcıydı. Bu ziyaret sayesinde Kelt kültürüyle ilgili bilgimi artırma şansım oldu. Frigler, Lidyalılar ve Osmanlı kültürüyle ilgili de birçok bilgiedindim, hatta tarihimizin belli noktalarda nasıl kesiştiğini anladım. Kapadokya’ya yaptığım ziyaretler de benim için çok özel; peri bacalarına, erken dönem Hristiyan kiliselerine karşı müthiş bir merakım var. Bu öğrenimi ve keşfi mesleğim, müzik ve Kelt kültürü aracılığıyla yapabildiğim için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Ve daha çok öğrendikçe, bilmem gereken çok daha fazla şey olduğunun farkına varıyorum. Bu hayat boyu sürecek bir keşif ve öğrenme süreci…
Müziğin yanı sıra sosyal, toplumsal, çevresel ve siyasal meseleler de gündeminiz arasında oluyor. Bu konuda neler söylersiniz? Bu konularda neler yapıyorsunuz?
Yaşadığım yerin yakınında Stratford, Ontario’da bir aile merkezim var, işletmesini de ben sürdürüyorum. Modern hayatta çocukların ve ailelerin yeterince anlaşıl dığını ve desteklendiğini düşünmüyorum. Onun dışında iklim değişikliğine karşı çalışmalarım var; bulduğum her yere ağaç dikmeye, kendi hayatımı bu doğrultuda düzenlemeye ve geliştirmeye çalışıyorum, elbette çevremi de bunun bir parçası haline getirmeye çabalıyorum.
Çok güzel bir söyleşiydi. Teşekkür ederiz.
Başarılarınızın devamını dileriz. Ben teşekkür ederim.