“Gökkuşağının ötesinde, üstünde bir yerde, bir zamanlar bir ninnide duyduğum bir ülke var. Gökkuşağının ötesinde gökyüzü mavi, orada hayal etmeye cesaret ettiğin düşlerin gerçek olur.”
“Ev gibisi yok!” ayaklarını vuruyor Dorothy. Kansas’ta yatağında yine “ev gibisi yok” diyerek sayıklıyor. Bir rüya diyarından gerçek zamana. Bir performans alanından kendi hayatına. Belki de hiç bitmeyecek uzun bir yolculuğun en başında duran kendine sesleniyor. Aynı Judy gibi… Peter Quilter’ın yazdığı End of the Rainbow’dan uyarlanan Judy 2019’un en çok beklenen filmlerinden biri oldu. Gösterildiği festivallerde Renée Zellweger’in oyununun, onun hayatının performansı olarak değerlendirilmesi ve bu performansın istisnasız her yerde övgüyle söz edilmesi de filme dair oluşan merakı arttırdı. End of the Rainbow, bir çocuk yıldız olarak Hollywood kariyerinde başlayan Judy Garland’ın son Londra turnesindeki günlerine odaklanan bir oyun. Bir taraftan Judy’nin baş etmeye çalıştığı sorunlara bir taraftan da kariyerini gözden geçirmesine odaklanan oyun aslında büyük ölçüde tek mekân için tasarlanan ve Judy’nin kendi hayatının muhakemesini yaptığı sahnelere yer veren, çoğunlukla onun monologlarıyla şekillenen bir oyun. Mickey Deans’in de ana karakterlerden biri olduğu oyun, Judy Garland’la özdeşleşmiş şarkılarla önemli duraklarını belirliyor ve bir otobiyografiye dönüşüyor. Film de bundan ilhâm alarak ve mekânlarını genişleterek bu Londra turnesine odaklanıyor.
Judy: Gökkuşağının Ötesinde Bir Yerlerde
Açıkçası bir hayat özetine odaklanan hikâyelerde ve sahne dünyasının hele ki 40’ların 50’lerin Hollywood’unda bir kadının var olmasının hikâyesi anlatılırken filmin nasıl bir kadın temsili sunacağı benim nezdimde hep bir merak konusu olmuştur. Çünkü bu dünya hakkında bilgi verirken bir taraftan da ana karakterine acıyan gözlerle bakan bir yönetmenlik çok da yabancısı olduğumuz bir durum değil. Bu sadece biyografik yapımlarda değil belgesellerde de geçerli. Asif Kapadia’nın Amy Winehouse’un hayatını perdeye taşıdığı 2015 yapımı belgeseli Amy, basının baskıcı dilini yeniden üretmekle kalmıyor, en sonunda Amy’e acıyan gözlerle bakıyor ve bu büyük sesi ona baskı kurmaya çalışan figürlerin arasında yeniden kısmaya çalışıyordu. Amy’nin dünyasından çok Amy’e engel teşkil eden dünyada onu bulmaya çalışıyorduk izleyiciler olarak. Onun varlığını göremediğimiz bir bakışı vardı bu filmin. Bir diğer örnek vereceğim film ise bunun tam zıttı yönde olacak. Ana kahramanının hikâyesini benimseyen ve onun adımlarını takip eden ve yine gerçek hayattan bir ismi perdeye taşıyan 1968 yapımı William Wyler imzalı Komik Kız – Funny Girl, Fanny Brice’ın hayatını ve gösteri dünyasında yaşadığı zorlukları erkek bakışın yarattığı nesne konumunda olan kadın figüründen çıkarıp, kendi hikâyesini anlatma derdinde olan Fanny’nin dünyasına çeviriyordu. Bu iki örnekten sonra Judy’nin izlediği yola geçersek Rupert Goold’un da Judy’e üstten bakan bir yönetmenliği değil onun yanında olmayı seçen bir anlatıyı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Goold’un Tom Edge’in senaryosuyla beraber zamanda geriye dönüşlerle oyundan farklılaştırdığı ve bir bakıma zenginleştirdiği görsel dünyası, aslında Judy’nin dünü ve bugününü seyircilere tanıtma derdinde. Bir anlamda Judy Garland’ı o kadar da tanımayan izleyicilere kariyerinin başlangıcını da anlatıyor. Billur Köşk – The Wizard of Oz’un yapım sürecini göstererek başlayan film, Judy’nin yapımcılar tarafından gördüğü kötü muameleye, istismara, sağlığının bozulmasına yol açacak uygulamalara, onun zorla ilaç almasını isteyen sektör baskılarına tanıklık ettiğimiz ve Judy’nin 60’lardaki hayatını, geçmişindeki tüm bu zorlukları gözlerimizin önüne getiren bir yapıya sahip. Filmin her adımı Judy’nin sesiyle ve onun sözleriyle bütünleşiyor. O sahnede istediğini söylediği hatta programını sekteye uğrattığı zamanlarda, Judy’yi yargılamaya yeltenen bir kamerayla karşılaşmıyoruz. Aksine onun peşinden kulise giden, Judy’nin sessizliğine ve belki de geleceğe dair duyduğu korkuya ortak olan bir bakış yaratıyor Goold. Gökkuşağının ötesindeki ülke de bu anlarda yeniden anlam kazanıyor. Bu bakımdan Judy Garland’ın etkilediği hayran kitlesi de önemli bir noktada. Çünkü aslında film her ne kadar geriye dönüşlerle neden-sonuç bağı kursa da Judy’nin hayatının sadece ufak bir kısmını, Londra turnesini odağına alan bir yapım. O yüzden de onu Londra’da bekleyen ve belki de ilk defa kanlı canlı görecek hayranları Judy’nin perdedeki ve ekrandaki imajının halkın nazarında nasıl var olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Onu evlerinde misafir eden çiftin yaşadıkları, 60’larda LGBTİ+ bireylerin karşılaştığı zorlukları görünür kılarken; bir taraftan da Judy’nin yarattığı ikonun insanların hayatına nasıl temas ettiğini ve başka bir yerin mümkün olduğu gerçeğini perdeden dışarı adımını atan Judy’yle birlikte görünür kılıyor. Judy zaten yaşamak istediği ve kaybetmekten korktuğu benliğini yeniden yanına alıyor bu turne boyunca. Onu engelleyenleri, yardım edercesine yaklaşan ama kendi ego savaşını yine Judy’e yansıtmaktan çekinmeyen Mickey Deans’in, Sid Luft’ın varlığını yine Judy’nin gözlerinden görebiliyoruz. Bu noktada Renée Zellweger’in oyunculuğunu tekrar anmak gerekiyor. Hem görünüş hem de hâl ve tavır olarak oldukça titiz çalışılmış bir rol olduğu su götürmez bir gerçek; ama Judy’nin hislerini ve adımlarını benimseyerek kendi yorumunu ortaya koyan Zellweger, Judy’nin yolculuğunu içselleştirmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. Judy’nin bir taklidi değil, onun benliği oluyor.
Judy Garland’ın hayatına ilgi duyanlar için oldukça değerli bir yere sahip olan film aynı zamanda biyografi türüne dair iyi çekilmiş ve kurgulanmış bir yapım. Ödül sezonunda adını sıkça duyacağımız Renée Zellweger’in performansına tanık olmak ve Judy Garland şarkılarına eşlik etmek de filmin en önemli yönlerinden.
Judy filminin fragmanını buradan izleyebilirsiniz: